Prof. Dr. Soner Yıldırım ile Akademik Dertlenme

1) Sevgili Hocam, Yazar Jim Rohn der ki; “İnsan, en çok vakit geçirdiği 5 kişinin ortalamasıdır.” Ben bir eğitim sonrası o 5 kişiden biri olmanızı istediğim anı çok iyi anımsıyorum. Bu sadece akademik arka planınızla ilgili değildi. Hayata dair her konuda aldığınız tavır bana böyle düşündürmüştü. Bir klişeyi kenara koymama izin verin. Prof. Dr. kısmını dışarı atarsak kimdir Soner Yıldırım?

Ankara’da doğup büyüyen biriyim. Ankara Yenimahalle’de doğdum ve büyüdüm.  Bununla da hep övünürüm çünkü Ankara’da yaşayanlar bilir, Yenimahalle benim büyüdüğüm yıllarda gerçek bir mahalle idi.  O mahallede büyüyenler hala birbirlerine sıkıca bağlı mahalle kültürü almış insanlardır.  Yenimahalle Mustafa Kemal Lisesini bitirdikten sonra Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü Eğitim Programları ve Öğretim anabilim dalına 1986 yılında girdim.  Çok da bilinçli bir tercihle girdim diyemem.  Çünkü Lise yıllarımda ne bir PDR öğretmeninden rehberlik aldım ne de dershane yüzü gördüm.  Hacettepe’de geçirdiğim 4 yıl boyunca alana karşı çok büyük bir bağlılık geliştirdiğimi söylersem gerçekçi olmaz.  Ancak 1990 yılında mezun olduktan sonra uzun yıllardır verilmeyen devlet bursu sınavlarına girerek Amerika Birleşik Devletlerinde yüksek lisans ve doktora yapma hakkı kazandım.  Alan olarak da Öğretim Teknolojisi alanını seçtim.  Aslında bu da çok bilinçli bir seçim değildi.  Lisans eğitimim boyunca Eğitim Teknolojileri konusunda sadece bir ders almıştım.  Bendeki eğitim teknolojisi algısı o yıllarda sınıfta ve öğretimde bilgisayarın kullanımı idi.  Ancak 1991 yılında Michigan State University’de yüksek lisans eğitimime başladığımda bütün algım temelden sarsıldı diyebilirim.  Ama alanla olan güçlü bağ ve alana duyduğum saygı ve taktir de bu yıllarda gelişmeye başladı diyebilirim.  Özellikle bu alanın öğrenme ile ilgili bilimin keşfettiği ilkeleri öğrenme ortamına bazen yazılım-donanım bazen de insan-süreç bileşenleri ile ve çoğu zamanda bu bileşenlerin tamamı kullanılarak öğrenme ortamına nasıl taşındığını ve öğrenmenin nasıl  zenginleştiği fark ettiğimde doğru bir alanda çalıştığımı hissettim. 

2) Soner Hocam eğitim fakültesi diyoruz, pedagoji diyoruz, öğretim, yöntem, teknik diyoruz ama hoop siz bir anda konuyu beyine ve nörolojik sisteme bağlıyorsunuz. Nedir bu beyinle öğrenme arasındaki bitmek bilmez korelasyon sevdanız? 🙂

Neden insan ve neden beyin. İstersen bunu birlikte sorgulayalım.  Biz insan öğrenmesinde sorumluluk alan profesyonelleriz.  İnsan hem fizyolojik hem psikolojik hem de sosyolojik olarak karmaşık bir canlı.  İnsan öğrenmesi 2,5 milyon yıllık evrimi kapsayan destansı bir hikayedir. Bu uzun ve karmaşık yolculuk boyunca insanın öğrenmesi, farklı ortamlara uyum sağlama, yenilik yapma ve gelişme yeteneğimizin arkasındaki itici güç olmuştur. Bu, tür olarak merakımızın, yaratıcılığımızın ve azmimizin bir kanıtıdır.

Öğrenme hala gizemini büyük oranda korusa da öğrenmenin insanların ya da biyolojik adıyla Homo Sapiens’in hayatta kalabilmek için geliştirdiği en önemli beceri olduğu konusunda bir şüphemiz yok. Bu sayede insan diğer canlılara kıyasla bilinçli kararlar verebilen, buluşlar yapan ve var olanları kullanarak hiç düşünülmemişleri yaratabilen üstün bir canlıdır.

Bu canlılının nasıl öğrendiğini anlayamadıkça bu canlı canlı için etkili verimli ve keyif veren öğrenme ortamlarını tasarlamak neredeyse imkansız.  O yüzden öncelikle hayatta kalabilmek için geliştirdiği zekasını ve öğrenme becersini çok iyi anlamaız gerekiyor.  Aslında günümüzde bile birçok davranışımızın ve öğrenme alışkanlıklarımızın altında 2,5 milyon yıllık serüvenden günümüze taşıdığımız özellikler var.  Örneğin Eğitim Fakültesindeki 4 yıllık eğitimim boyunca insan öğrenmesini 3 temel kuram etrafında anlamaya çalışmıştım.  Klasik isimleriyle Davranışçı, Bilişsel ve Oluşturmacı öğrenme kuramları.  Hatta bu kuramların birbirinin alternatifi olduğunu düşündüğümü de itiraf etmem gerekir.  Ancak öğrenmenin fizyolojik altyapını anlamaya başladığım yıllarda aslında davranışcı kuramın öğrenmenin en temel mekanizmasını keşfettiğini ve bunu anlatmaya çalıştığını anladım.  Hücre temelinde baktığımızda öğrenme dışarıdan aldığımız uayarıcaların beyindeki 80 ile 100 milyar sinir hücresi (nöron) tarafından birbirleri arasında iletilmesi yoluyla başlıyor.  Bu iletim esnasında 2 sinir hücresi sinaptik uçlar yoluyla bir bağ kurarken salgılanan nörotransformatörler belli bir doyuma oluştuğunda hücre çekirdeğinde DNA dan protein sentezi başlıyor.  İşte öğrenmenin başladığı nokta bu protein sentesi.  Uyarıcı tepki arasındaki etkileşimi açıklamaya çalışan Davranışçı kuram aslında bu mekanizmayı anlatmaya başlıyor.  Sonrasında sentezlenen bu protein zincirlerinin nasıl oluyor da birbirleriyle kimyasal bağlar kurduklarına ve bu yolla anlam ve hafızayı oluşturduklarına baktığımızda Bilişsel kuramın açıklamaya çalıştığı birçok mekanizmaya şahit oluyoruz.  Son olarak öğrenme ürünü olarak sentezlenen bu protein zincirlerinin duygu hormonları ile kurdukları kimyasal bağlar ve bunun hafıza oluşturma süreci üzerindeki etkilerini gördüğümüzde de oluşturmacı kuramın birçok ilkesinin temelini görebiliyoruz.  Aslında bu üç kuram da öğrenme sürecinin belli evrelerine karşılık gelebilecek ilkeleri sunuyorlar.  Bu üç kuramın bütün ilkelerini doğru zamanda ve doğru miktarda kullansak bile öğrenme dediğimiz o karmaşık sürecin tamamını açıklayabilir miyiz; tabii ki hayır.  O yüzden sinirbilim ve bilişsel bilimlerin araştırmalarını ve bunların eğitim bilimine kattığı anlamı çok yakından takip etmemiz gerekiyor. O yüzden beyine vurgu yapıyorum sürekli:)

3) “Dopamin salgıladıkça öğreniyoruz ama stres altında da öğreniyoruz. Stresli ortamlarda hatırlama oranı daha yüksek. Beynin şu özelliği var; beyin vasatı hafızaya çevirmiyor.” diyorsunuz. Bu savınız bana Acar Baltaş’ın “Potansiyel, konfor alanının dışında ortaya çıkar.” tezini hatırlatıyor. Baskı ve stres altında öğrenme nasıl gerçekleşebiliyor?

İnsan beyninin en ilkel ama en tanıdık olduğu duyguların başında korku geliyor.  Evrimsel serüvenimizde birçok davranışımızı şekillendiren duygu bu.  Öğrenme ortamında korkunun öğrenciye bir katkısının olacağını savunmak gerçekçi olmaz ama öğrenme ile ilgili kaygıların öğrenmeye katkı yaptığını rahatlıkla söyleyebiliriz.  Örneğin 3 gün sonra sınavı olan bir öğrencinin sınavla ilgili bir çalışma planı hazırlaması ve her gün belli saatleri ders çalışmaya ayırması, çalışmadığı taktirde takdirde başarısız olacağı konusunda kaygılanması öğrenmeye olumlu katkı yapan duygulardır.  Ancak bu aşırı kaygıya ya da aşırı strese kaydığında öğrenme neredeyse duruyor.  Çünkü stresin kaynağı olan stres hormonları (özellikle kortizol ve adrenalin) sinaptik uçlardaki nörotranformatör salgısını engelliyor.  Yönetilebilir kaygı o yüzden öğrenmeye katkı yapan bir duygusal regülatördür.

4) İlber Ortaylı’nın bir paneline katılmıştım. Ezberin kötü bir metot olduğu algısının yıllar içinde artmasına kızmıştı. “Ezber öğrenme için önemlidir. Bal gibi de ezberi savunuyorum!” demişti. Öğrenmede yazmanın önemini vurguladığınızı biliyorum ama ezbere bakışınızı çok merak ediyorum.

Ezber kavramı sanırım dilimizde en şanssız kavramlardan biri. Kökeni Farsça olan bir kelime ve bir anlamı da “Kalpten Söylemek” demek.  Keşke her şeyi kalpten söyleyebilsek.  İlber hocanın o röportajını dinlemedim ancak Hocanın ne demek istediğini tahmin edebilirim sanırım.  Beynimiz her türlü bilgiyi aynı yöntemle ve stratejiyle öğrenmiyor.  Örneğin sınıfa ilk girdiğiniz günü hatırlayın.  Sınıf arkadaşlarımızın adını proje tabanlı veya bulduru yoluyla öğrenmiyoruz.  Belki de defalarca arkadaşlarımıza isimlerini soruyoruz ve tekrar ettiriyoruz.  Aslında isimleri ezberliyoruz.  Bu çerçeveden bakarsak şu gerçekle yüzleşiyoruz: Evet bazı bilgi kümelerini ezberliyoruz ama sonrasında onları kullanarak daha üst biliş becerilerimizi kullanmaya başlıyoruz.  O yüzden öğrenme ortamlarında bu tür kavramlara taraftar gibi yaklaşmamamız lazım, çünkü her birinin öğrenmede bir yeri var.

5) Bazı özel okullar emek sömürür siz öğretmenleri savunursunuz, öğretmen maaşlarına düşük zam yapılır sistemi eleştirirsiniz, Meslek kanunu çıkar ve öğretmenlere “uzman”, “baş” unvanları verilir siz karşı çıkar, öğretmene itibar istersiniz… Nedir öğretmenlerle alıp veremediğiniz? 🙂

Evet öğretmen kitlesi benim için çok önemli.  Çünkü şunu çok iyi biliyoruz, Homo Sapiens dediğimiz bu canlı türü büyük oranda gözlem ve taklit yoluyla öğreniyor.  Önce ailesini sonrasında ise okulda akranlarını ve öğretmenlerini taklit ediyor. Bildiğimiz bir şey daha var ki eğer öğretmen sınıfta coşmaz ise öğrenci de coşmuyor.  Yani öğretmenin ruh hali öğrencinin ruh haline direk etki yapıyor.  O yüzden öğrencilerin önüne taklit edebilecekleri, hayran olacakları ve örnek alabilecekleri öğretmenleri koymamız gerekiyor.  O yüzden ekonomik olarak sömürülen, psikolojik olarak mobbing gören ve sosyolojik olarak değer görmeyen insanların öğrencilere örnek model olma ihtimalleri azalıyor maalesef.  İşte benim derdim ve isyanım bu. 

6) Ekşi Sözlükte bir yorumda “pandemi dönemi eğitim fenomeni” tabiri yapılmış sizin için. Kendinizi bir fenomen olarak tanımlayabilir misiniz? Pandemi döneminde sizi daha çok görünür kılan ne oldu?

Şimdi güldüm bu yoruma 🙂 Fenomen kavramı bana göre değil.  Pandemiye çok hazırlıksız yakalandık biliyorsunuz.  Hepimiz bu süreci nasıl yöneteceğimizi kendi başımıza keşfettik.  Çocukları okuldan ve eğitimden kopmaması için acilen hepsini ekranların önüne koyduk.  Ancak insanların hem bilişsel hem duyuşsal hem de fiziksel gelişim evrelerini bilen bir akademisyen olarak bu işin nereye evrileceğini görebiliyordum.  Bu yüzden de elimden geldiğince bütün öğretmenlere ve eğitim kurumlarına bu ilkeleri anlatmak ve bu gerçekleri onların önüne koymak istedim.  Özellikle MEB il ve ilçe müdürlükleri yolu ile öğretmenlere ulaşmaya çalıştım. Sanıyorum pandemi boyunca 100 binden fazla öğretmene ve veliye ulaştım.  Bunu yapmış olmak kimseyi fenomen yapmaz ama ben bu alanda uzman bir akademisyen olarak görevimi yaptım diye düşünüyorum.

7) Aynı yorumu yapan kişi, online bir seminer sırasında danışmanlık verdiğiniz okulun bir anlayışını o okulun yöneticileri de seminerdeyken eleştirmenizi 10’da 10 hareket olarak yorumlamış? 🙂

Doğru. Çünkü Türkiye Özel Okullar Derneğinin yıllık toplantılarına genelde beni de davet ediyorlar.  Ve genelde kapanış konuşması için davet alıyorum.  Özel okullar çok geniş bir yelpaze.  Çok nitelikli ya da çok niteliksiz okullar aynı çatı altında toplanabiliyor.  O yüzden işini hakkı ile yapan bu okullara hakkını vermek lazım.  Ama eğitim sektörüne ciddi zarar veren okulları da sistemde tutmamak lazım.  Aslında benim altını çizdiğim noktalar bütün eğitim sektörünün bildiği şeyler, ancak bazen kendilerine bile itiraf etmekten korkuyorlar.  İşte benim yapmaya çalıştığım bütün sektörün önüne bir ayna koymak ve onların kendilerine aynada bakmalarını sağlamak.

8) Sadece eğitim ve bilim konularında değil, toplumsal konularda da görüşlerinizi cesurca açıklıyor ve fikirlerinizi şaşırtıcı bir netlikle kamuoyuyla paylaşıyorsunuz? Son zamanlarda birçok sebepten ötürü akademiden bu sesleri duyamıyoruz. Akademisyenin bir aydın olduğunu düşünürsek norm olması gereken bu davranışı “cesurca” ve “nadir” olarak görecek noktaya nasıl geldik?

Aslında bu noktaya bir günde gelmedik tabii ki.  Biraz önce de söyledim. İnsan beynin en iyi bildiği duygu korku.  Bu duyguya sürekli yapılan vurgu insanları ciddi korkuttu ve birçoğunu bezdirdi, yıldırdı. Ancak insan evriminin birçok noktasında bu kırılmayı görüyoruz.  İnsan sürekli korku ile yaşayabilecek bir canlı değil. O yüzden mutlaka kendisine bir çıkış yolu bulur.  Bizde de böyle olacak çünkü evrim geriye işlemez. 

9) Boğaziçi Üniversitesinde yaşanan son gelişmeler ülkemizin akademik tarihinde hangi sayfalarda yerini alacak sizce?

Boğaziçi’nde yaşananlar gerçekten trajedi.  Ama sanırım zaman içinde artık yaşananlar komediye evrildi.  Tek bir vurgu yapmak isterim.  Tarih bu sürece ve bu süreçte yer alan baş aktörlere hak ettikleri sayfaları değil inan ciltleri ayıracaktır.  Tersi hiç mümkün olmadı…

10) Hocam aşağıda yer alan bazı kavramların sizin uzun süreli belleğinizdeki 🙂 karşılığını merak ediyorum? Kısaca cevaplayabilir misiniz?

Ankara: Cumhuriyet.  Atatürk’ün Başkenti

Nöron: Ele avuca sığmayan afacan

Bandırma Vapuru:  Kocaman bir yüreği ve vizyonu içine sığdıran ufacık bir vapur

BÖTE: Her öğretmenin yan dal diploması alması gereken bölüm

Köy Enstitüleri:  Biri Felsefeci (Hasan Ali Yücel) diğeri resim öğretmeni (İsmail Hakkı Tonguç) iki insan bir araya gelir ise ortaya harika bir şey çıkar. İşte bunun adıdır Köy Enstitüleri

California: Başka bir gezegen

Yapay Zeka: Beni umutlandırırken aynı zamanda korkunç endişelendiren bir teknoloji.

Erdal İnönü: Zeka ve nezaketin harika karışımı

Okul Öncesi: Gömleğin ilk iliklenen düğmesi.  Aman yanlış iliklemeyin

Devrim:  Kaçınılmaz… Hep olacak… ODTÜ Devrim Stadı

Pandemi: Bir daha asla lütfen

Limbik Sistem:  Gücünün farkındayım ancak prefrontal cortext’e saygım sonsuz

Zoom:  Çok para kazandı ama çoğunu hak etti. Tamamını değil

0 Paylaşımlar
Share

You may also like...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir