1) Merhaba Süheyl Hocam. Sizi anayasa profesörü kimliğinizin yanında siyasi yönünüzle ve sivil toplum lideri tarafınızla da tanıyoruz. Mücadele dolu bir hayat var ortada. Araştırdıkça özellikle 2000’li yıllarla beraber birçok önemli olaya şahitlik ettiğinizi gördüm. Sizi daha yakından tanımamıza yardımcı olur musunuz? Kimdir Süheyl Batum?
Orta ve lise öğrenimimi Galatasaray Lisesinde tamamladım. Büyük bir ihtimalle annemin ve babamın hukukçu (avukat) olmaları nedeniyle, hep hukukçu ya da diplomat olmayı istedim. Üniversiteyi Paris’te Paris I Panthéon- Sorbonne Üniversitesi Hukuk Fakültesinde tamamlayarak Türkiye’ye döndüm.
Üniversite öğrenimimin ilk yılından itibaren hedefim Kamu Hukuku özellikle de Anayasa Hukuku alanında akademik kariyer yapmaktı.
Neden mi?
Net olarak söyleyeyim, Atatürk tarafından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin, diğer cumhuriyet rejimleri açısından çok önemli bir örnek olduğunu ve bu özelliği nedeni ile gerçekten tüm vatandaşların gurur duymaları gereken bir olgu olduğunu düşünürdüm. Madem ki Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün deyimi ile “Fazilet” demekti, “Ahlaki fazilete dayanan bir idare biçimi” idi, bir Anayasa hukukçusu olarak, gerek devletin işleyişinde, gerek yurttaşlarla olan ilişkilerinde tüm kurum ve kuralların, bu rejime uygun olarak düzenlenmesi gerekliydi. Ve biz “Anayasa hukukçularının” en önemli görevleri ve işlevleri de bu evrensel kurum ve kuralları genç beyinlere iyice öğretmekti. Ayrıca bir görevimiz daha vardı bana göre, her fırsatı ve zamanı kullanarak, Cumhuriyetimizin bu üstün niteliğini ve uygun kuralları, kurumları, yöneticilere, siyasal partilere, topluma anlatmak, öğretmekti. Hatta gerek yöneticiler, gerek siyasal partiler “Yanlış yaptıkları takdirde” buna bir “Anayasa hukukçusu”, bir “Akademisyen”, bir “Aydın” olarak karşı çıkmaktı.
İşte sadece bu amaç ve nedenle Anayasa hukukçusu olmak istedim. Bir akademisyen olmak istedim.
Ancak çok ilginç ve çok kötü bir dönemde yani 12 Eylül 1980’in altı ay öncesinde üniversiteye resmi olarak girmiştim. O dönemler çok genç biri olarak, olayları sadece göründüğü biçimi ile algılayabiliyordum. Yani neredeyse inanılmaz bir iç savaş ortamı yaşanıyordu. Günde 15-20 genç yaşamını yitiriyordu. Ve siyasal partiler, iktidarlar hiçbir şey yapamıyor ya da yapmıyordu.
Pekiyi bu silahlar nasıl giriyordu? Kimler sokuyordu? İktidarlar, güvenlik güçleri neden ya da nasıl hiçbir şey yapamıyordu? Bu silahları kullanan yoksul ailelere mensup çocuklar, nereden buluyorlardı, nasıl sahip olabiliyorlardı?
Ve gördüm ki, Türkiye’de (Hatta başka ülkelerde de örneğin İtalya’da bile) işler hiç görüldüğü gibi değil. Bize gösterildiği gibi değil.
Bu arada, olağanüstü önemli bir aydın, bir akademisyen, bir gazeteci olan Uğur Mumcu, olayların, yaşadıklarımızın “Görünmeyen, gizli yönlerini, boyutlarını” anlatmaya başladı, yazmaya başladı. Örneğin 12 Eylül’den sonra “Şeriatçı güçler, gerici, Cumhuriyet düşmanı” güçler nasıl oldu da güç kazanmaya başladı, üstelik “Para kazanmaya” başladı, bunun için kimler ve hangi kurumlar örgütlenmeye başlatıldı. Bunları anlatmaya başladı. Ve hemen birileri “Gereğini” yerine getirdi, arabası patlatılarak feci şekilde katledildi. Aynı dönemde “Gidişatı” gören “Aydınlar” da birer birer katledilmeye başlandı.
İşte ben de Süheyl Batum olarak, bir hukukçu olarak, bir akademisyen olarak, 1993 – 1994’lerden sonra, tamamıyla “Ne olduğunu gördüğüm, anladığım” bu gidişi (öğrencilere değil) topluma, sivil toplum kuruluşlarına anlatmaya, öğretmeye çalıştım. Çağırdıkları tüm toplantılara, davet ettikleri tüm televizyon, radyo programlarına katıldım. Anayasa Hukukunun evrensel doğrularını, Türkiye Cumhuriyetine yapılmak istenenleri anlatmaya çalıştım.
2000’den sonra dünya siyaseti çok netleşti. Artık “birilerinin” talepleri, istekleri, projeleri daha net, daha açıktı. Ve maalesef Türkiye için biçtikleri “yeni elbise, yeni rol” de çok belliydi. Artık Atatürk Cumhuriyeti “O birileri” için çok fazlaydı. Yerine “ılımlı islam” (Yani Türkçesi batıya ve ABD’ye bomba atmayan, sözlerinden çıkamayan bir model) geçecekti. Ve çok net belli olan bu modeli ve bu model doğrultusunda yapılan siyaset değişikliklerini, yeni siyasal aktörleri anlatmaya çalıştım. Vatan Gazetesinde haftada iki yazı yazmaya başladım. Sonra rahmetli İlhan Selçuk’un belki de son işe aldığı kişi olarak Cumhuriyet Gazetesinde köşe yazmaya başladım.
Daha da önemlisi her hafta en az bir kez (Hatta çoğu hafta en az iki kez) ÇYDD, ADD, Cumhuriyetçi Kadınlar gibi kuruluşların Türkiye’nin her yerinde düzenledikleri toplantılara katıldım. Hiç yorulmadan, hiç bıkmadan. Ve anlatmaya devam ettim. “Biz” dedim, “Artık bir Atatürk daha bulamayız ama her birimiz Atatürk’ün bir parmağı, beyninin küçük bir parçası olarak, benzer mücadeleyi verebiliriz ve kazanabiliriz”. Hep böyle inandım ve söyledim.
O dönemde yani 2009’lara kadar siyaset yapmayı düşünmedim. Teklifler oldu, hep reddettim, “Ben akademisyenim, siyaset yapmam, yapamam” dedim. Ancak o dönemde çok değerli dostlarım oldu ve hep bir şey söylediler; “Siyaset olmadan bu işleri düzeltmek, bu gidişi durdurmak mümkün olmaz”. 2010 yılında rahmetli Baykal siyasetten ayrılınca ve daha önceden tanıdığım (Ve o zamanlar kişiliğine, etrafını dinler görünmesine çok inandığım) Kemal Kılıçdaroğlu CHP’ye Genel Başkan olunca, kendisi ile 30 saniye süren bir görüşme sonucunda siyasete girdim. CHP’nin önce PM’sine, sonra MYK’sına girdim. Hatta partinin Genel Sekreterliğine getirildim. Sonra Genel Başkan Yardımcılığı görevine getirildim. Ve 2011 seçimlerinde milletvekili oldum.
O dönem artık kağıtlar çok açık karılıyordu, “Birilerinin” planladığı ve uygulamaya soktuğu “Ilımlı islam projesine” karşı çıkacağı düşünülen kişiler ve özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri için yeni bir statü düşünülmüştü. Ve tek tek uygulamaya sokuluyordu. Açık açık, çok net.
Ve bu açık, net dönemde işler ortada iken, insanlar 3-4 yıldır hiç kanıtsız, belgesiz ve hukuk dışı bir biçimde içeride tutulurken, “İlgili kurumlar” dahil, hiçbir şey söyleyemezken, ağzını açamazken (Pardon “Kasaptaki ete soğan doğramam” türünden açıklamalar hariç) bir de TBMM’de bir komisyon kuruldu; TBMM’deki dört (4) partinin 3’er temsilci gönderdiği bir Komisyon; Anayasa Uzlaşma Komisyonu. Ben bu Komisyonun 12 üyesinden biri idim.
Ve önümde iki yol vardı; ya hiçbir şey görmemiş, duymamış, bilmiyormuş gibi yapacaktım. Ya da gördüklerim, anladıklarım doğrultusunda tavır alacaktım. Görmemiş, anlamamış gibi yaparsam, aileme, çocuklarıma, arkadaşlarıma bile anlatamazdım; ne yapayım, sesimi çıkaramadım ki, sonra orada kalamazdım” diyemezdim. En azından utanırdım.
O zaman ikinci yolu seçtim. Ve “Önce Ergenekon, Balyoz olaylarında”, sonra “Gezi Parkı olaylarında” ve en sonunda da “Ekmeleddin İhsanoğlu vakasında” susmadım. Tavır aldım; “Sayın İhsanoğlu’nun başka partilerin adayı olabileceğini, ancak “Atatürk’ün kurduğu CHP’nin adayı olamayacağını, bu nedenle benim adayımın Cumhuriyet’in kızlarından biri olan Emine Ülker Tarhan olduğunu” bağırdım. Ve her zaman birlikte olmaktan, birlikte milletvekilliği yapmaktan onur duyduğum 6 arkadaşım da, öneriyi destekledi ve imza attılar.
Sistem bu yaptıklarımıza çok kızdı. Ve ben dahil hepimizin siyaset yolu sona erdirildi. Gerçi benim tercihim zaten “Böyle bir gidişatın” içinde durmamaktı.
Bu kez 2017 yılı geldi. Ve hepimizin gördüğü yeni bir oyun sahneye koyuldu; “Yamalı bohçayı, vesayet rejimini, darbeleri terkediyoruz, yeni, harika ve sivil bir Anayasa yapıyoruz” oyunu.
Ve bu kez de bir Anayasa Hukukçusu, bir akademisyen olarak, yine önümde bir yol vardı; ya susacak, oturacak, sorarlarsa görüşlerimi açıklayacaktım. Ya da kent kent, köy köy, kahve kahve dolaşacak ve bildiklerimi, yaşamım boyunca öğrendiklerimi topluma aktaracaktım. Bu yolu seçtim. Türkiye Barolar Birliği ve il Barolarının düzenledikleri toplantılara katılmak üzere, Türkiye’yi kahve kahve dolaştım. Ve hemen karşılığı geldi tabii ki; 2000 yılında girdiğim Üniversiteden, kurucusu olduğum Hukuk Fakültesinden ayrılmak zorunda kaldım.
İşte Süheyl Batum. Ve işte sürdürdüğü mücadelenin nedenleri ve süreçleri. Emin olun, tüm yaşamım boyunca, hem akademik ve siyasal yaşamımda, hem de toplumsal faaliyetlerimde, her zaman Atatürk’ün yaptığı bu inanılmaz devrimlerin önemini anlamaya ve anlatmaya ve onların toplumumuzda daha iyi yerleşmesini (kendi çapımda) sağlamaya çalıştım. Tüm yaşamım ve mücadelem, daima bu amaca ve hedefe yönelik oldu.

2) Anayasa toplumumuzun yıllardır çözemediği bir düğüm. Hangi iktidar ya da askeri yönetim geldiyse sil baştan değişmiş ya da yama yapmış durmuş. Günümüzde de mevcut anayasanın bize yakışmadığı gerekçesiyle yeniden yazılması gündemde. Toplumun tüm kesimlerini memnun edecek bir anayasa oluşturmak bu kadar zor mu?
Kesinlikle bu denli zor değil. Türkiye diğer bir çok ülke ile kıyasladığınızda, gerçekten birikimi olan, önemli bir ülke. Beğenelim beğenmeyelim, 1808’den beri anladığımız anlamda, anayasal belgeler yapan ve yapmaya uğraşan bir ülke. Dolayısıyla Türkiye rahatlıkla bir Anayasa yapabilir. Ama Anayasayı en başta yapma görevini ve işlevini üstlenecek olan kurumlar yani siyasal partiler bunu pek istemiyorlar. Ya da beceremiyorlar. Son derece açık ve net.
Osmanlı döneminde Tanzimat dönemi ile birlikte, “Osmanlı toplumunu düzenleyecek, gerekli hukuksal reformları doğru ve gerekli bir üst kurala (Yani Anayasa belgesine) bağlayacak belgeler yapma çalışmaları yoğunluk kazandı. Ama yapılamadı?
Neden?
Çok basit. Çünkü daha 1839 Tanzimat Fermanından bir yıl önce 1838 Ticaret Anlaşması İngiltere ile imzalanmıştı. Ve Osmanlı’nın ekonomik açıdan yarı-sömürgeleşme süreci başlamıştı. Ekonomik sömürgeleşme, siyasal ve hukuksal anlamda da “bağımlılaşmayı” getirdi. Ve bundan sonra Osmanlı döneminde hiçbir hukuksal ya da siyasal reform, gerçek anlamda bir ilerlemeyi ve yenileşmeyi getirmedi, getiremedi.
Atatürk, tüm bu nedenleri anlayan, gören ve gerçek anlamda değiştirmeyi üstlenen tek LİDER oldu. Ve bunu başardı.
Bunu nasıl yaptı? Eski düzeni, hem ekonomik, hem siyasal, hem hukuksal anlamda değiştirirken, çok inanılmaz ve örneği bulunmaz bir değişikliği sağladı; Cumhuriyeti kurdu. Ama Cumhuriyeti siyasal anlamda kurmakla yetinmedi. Cumhuriyeti yaşatacak, koruyacak ve üstelenecek “Cumhuriyetin birey-yurttaşlarını” oluşturmayı başardı. Bir yandan Eşit bireylerden oluşan, etnik köken, ırk, din, mezhep, servet ayırımı olmaksızın eşit bir ULUS olgusunu yarattı. İkinci olarak, bu Cumhuriyetin insan kaynağı olan ULUS’u oluşturan bireyler arasında “Kadın – erkek” ayırımı yapmaksızın, “Yurttaşların eşitliği” kavramına dayandırdı. Üçüncü olarak tüm bu insanlara-yurttaşlara eşit olarak uygulanacak “Laik hukuk” sistemini getirdi. Ve dördüncü olarak da, Osmanlı’nın sonunu getiren (Daha doğrusu çözülmesini sağlayan en önemli etkenlerden biri olan) EĞİTİM olgusunu kökünden değiştirdi. Artık Osmanlı’da olduğu gibi, kimi uyrukların “Medreselerde ve sübyan mekteplerinde”, kimilerinin de “Misyoner okullarında” eğitim gördüğü, birbirleri ile aynı idealleri kesinlikle paylaşmayan, sadece zorlukla yan yana duran insanlar olarak yetişebildiği eğitim sistemini tamamı ile kaldırdı. Ve yerine Tevhid-i Tedrisat (Öğrenim Birliği) anlayışını ve sistemini getirdi. Bu nedenle hukuken yaptığı tüm reformlar kalıcı oldu, toplumda yer buldu.
Ancak maalesef Türkiye’deki siyasal partiler (Özellikle bazıları) Cumhuriyetin, Cumhuriyet reformlarının, Cumhuriyet Anayasalarının bu vazgeçilmez “Dayanağını” hiç anlamadılar. Ya da bilerek, isteyerek görmezden geldiler. “Cumhuriyetin birey-yurttaşını oluşturma ve güçlendirme” olgusunu yok saydılar. Tam tersine eğitimle oynayarak, içinden çıkılmaz duruma soktular. Kadın-erkek eşitliğini en başta siyasal eşitlik olmak üzere görmezden geldiler. Ulus kavramını ve anlamını yok etmeye çalıştılar. Ulus yerine, cemaatler, gruplar, dinsel gruplaşmalar gibi “Farklı grupları, hareketleri” ön plana çıkardılar. Aralarındaki tek birlik unsuru ya din, ya mezhep, ya menfaat, ya doğduğu kent (Ya da bölge) olan, bunun dışında hiç kimse ile hatta birbirleri ile bile hiçbir konuda anlaşamayan, hiçbir ortak idealleri olmayan, sadece belli nedenlerle oy veren, başka hiçbir etkinliği olmayan bireyler haline getirdiler.
Bu ortamda ciddi Anayasalar yapma dönemi, yerini, sevdikleri siyasal partinin ya da liderin kararlarına endeksli ve geleceklerini de bu “Partilerin ya da liderlerin” iki dudağına bağlayan “Yeni uyrukların”, getirilen düzenlemelere tartışmasız oy verdiği “Belgeler” yapmaya bıraktı.
Oysa “Toplumun tüm kesimlerinin (diğer kesimlerin beklenti ve talepleri ile tamamen ters ve zıt düşmeyen) isteklerini” yansıtan belgeler yapmak çok zor bir iş değildi. Değildi diyorum, çünkü maalesef, yukarıda sözünü ettiğim gelişmeler, Türkiye’de “Daha farklı” bir yapı istiyordu. Ve 20-25 yılda “Bu yeni yapıyı oluşturma” yolunda ciddi bir adım attılar.
Dediğim gibi neydi bu yeni yapı? Herkesin ayrıştığı, din, dil, etnik köken, siyasal parti açısından tamamen farklılaştığı, hatta birbirlerine nerdeyse katlanamayan insanlardan oluşan “yeni bir toplum yapısı”. Oldu mu? Maalesef oluyor.
Öyle ki bir grup (ben de bu gruba dahilim) “Cumhuriyeti, Türk milletini diğer bir çok topluluktan ayıran, ona kimlik veren, nüfusunun büyük çoğunluğu sünni müslüman dahi olsa, tüm dinlere, mezheplere, inançlara eşit davranmasını sağlayan, kadın-erkek eşitliğini sadece bu coğrafyada değil, bir çok batı ülkesinden bile daha erken gerçekleştirmesini sağlayan, insanları kulluktan yurttaşlığa yükselten” bir yönetim ve yaşam biçimi olarak kabul ediyor. Başka bir grup ise, “100 yıllık narkoz dönemi, bir tarihe ihanet dönemi” olarak algılıyor.
Biri diğerine şöyle diyor; “Keşke Kurtuluş Savaşı olmasaydı, hiç olmazsa dinimiz kalırdı”. Diğer kesim buna çok kızıyor. Söyleyenin ait olduğu kesim ise, “Ne var, doğru söylüyor” diyor.
Biri yine diğerine “Atatürk tarihe ihanet etmiştir” diyor. Diğeri çok kızıyor. Yine biri “Şeriatı istemeyen, kafirlerle aynı cezaya müstehaktır” diyor.
Ve şu andaki iktidar bundan rahatsız olmuyor, “Nasıl yan yana yaşayacaksınız” diye sormuyor bile. Ne kendi kendine soruyor, ne o sözü söyleyene soruyor.
Şimdi bu iki karşıt toplumu bir araya getirecek, ikisini de memnun edecek Anayasayı, hukuk kurallarını nasıl sağlayacaksınız? Artık maalesef zor.
İşte Anayasalar, “Toplumda var olan ekonomik olsun, siyasal, hukuksal ya da kültürel olsun, tüm çatışmalara hukuksal çözümler üretmeyi üstlenen belgelerdir”.
Anayasalar, tüm yurttaşların yan yana, birlikte, barış içinde, güvenceli bir biçimde yaşamalarını, çocuklarını yarınlarından emin ve rahat bir şekilde yetiştirebilmelerini, eşit bir biçimde, hukuk kuralları ile bağlı olarak yaşamlarını sürdürmelerini sağlayacak ortamı kuracak belgelerdir.
Böyle bir belgeyi yapmak için de, artık günümüzde hiçbir partinin “Ben halkın yüzde 40’nın, 50’sinin hatta 60’ının oyunu alıyorum, tek başıma ben yaparım” diye düşünmemesi. Böyle bir yola gitmemesi zorunludur.
Maalesef Türkiye’mizdeki siyasal partilerin ezici çoğunluğu, bırakın Atatürk’ün vizyonunu, en basit ifadesi ile böyle bir “Vizyona”, “İnanca” sahip olmadığı için 1961’den beri, böyle bir Anayasa yapılamamaktadır. (Bu arada başka bir yerde ifade edilebilir ama şimdi de kısaca söyleyeyim, 1995 ve 2001 değişikliklerini yapan Meclisler, bu genellemenin bir parça dışında kalmalıdır bence).
3) Tevhidi Tedrisat Kanunuyla tek tip vatandaş yetiştirildi ve bu Kemalizm’in faşist bir dayatmasıydı diyenler oldu, oluyor. Hatta bunu kimi eğitimciler de dillendiriyor. Bu kanun gerçekten bir fabrikadan çıkan tek tip bir ürün mü yarattı?
Kesinlikle hayır. Bu iddia da, Cumhuriyete karşı olan kesimlerin maalesef tamamen “Uydurduğu” savlardan birisi. Aynen harf devrimi nedeniyle “Bir gecede ümmi (cahil) ve okuma yazma özürlü duruma düştüğümüz” iddiası gibi. Aynen Çanakkale Savaşını Mustafa Kemal ve Türk askerlerinin cesareti ve azmi ile değil, “Gökte evliyaların üfürüğüne dayalı olarak beliren bir bulut sayesinde” kazandığımız gibi. Aynen Bandırma Gemisinin transatlantik boyutlarında olduğu gibi.
Oysa Tevhid-i Tedrisat, Atatürk devrimlerinin en önemlilerinden biri olup, Türkiye Cumhuriyeti’nin bugüne kadar gelmesini ve yaklaşık 75 yıldır devam eden (açık ya da örtülü) tüm “Karşı devrim” girişimlerine karşın sürmesini sağlayan en önemli devrimdir.
Neden mi?
Çok kısaca söylemek gerekirse, Osmanlı İmparatorluğu kadar (özellikle gücünü kaybettiğini gördüğü 19.yüzyılın başlarından itibaren), ilerlemek, yenilenmek isteyen bir devlet göremeyiz. Ancak bunu neden yapamıyor. Çünkü 3 şeyin farkında değil ya da onları değiştirebilecek bir akla ya da kararlılığa ya da güce sahip değil. Bu üç şey; biri hukuk düzeni, ikincisi eğitim süreci, üçüncüsü de ekonomisi (yani yarı sömürgeleşmeyi durduramayan siyasal ilişkileri ve kadroları)
Bu üç unsurdan biri, söylediğim gibi, “Eğitim yapısı ve süreçleri”. Öyle ki, iki farklı “Eğitim” var Osmanlı’da. Biri sübyan mekteplerine, medreselere, dolayısıyla vakıflara, cemaatlere, tarikatlara dayalı dinsel kaynaklı eğitim sistemi.
Diğeri ise, tamamen farklı nitelikli “Misyoner okullarına” dayalı bir eğitim sistemi. Ve yıllar içinde “Misyoner okullarının” öğrenci sayılarına bakarsanız, ne kadar önemli bir boyuta geldiğini de açıklıkla görürsünüz.
Bu iki eğitim sistemi, tamamen farklı idealleri olan, tamamen birbirlerinden farklı yaşam biçimlerine, ülkülere, ideallere sahip, hatta birbirlerine düşman iki farklı “İnsan tipi” yaratıyor. Ve iki farklı insan ve gençlik, Osmanlı’nın edebiyatından tutun, siyasetine, ekonomisine, kültürüne kadar, her alanda karşımıza çıkar.
Gerçi yenilenmek için önce kara ve deniz harp okulları, mühendis okulları, sonra Tıbbıye, Harbiye gibi iki okul kuruluyor. O dönemin devlet adamlarını, yöneticileri yetiştirmek üzere, “Mekteb-i Sultani” (günümüzdeki Galatasaray Lisesi) gibi çağdaş eğitim vermek üzere okullar da kuruluyor.
Tabii ki bu ilk başta söylediğim ikili yapı ve anlayış, Osmanlı’da büyük bir çatışmaya neden oluyor. Ve yine tabii ki, “Eğitim sorununa” çözüm olamıyor. Üstelik eğitim alan gençlerin sayısının, nüfusa oranla ne denli ufak bir boyutta kaldığını ve geleneksel yapı ve anlayış nedeniyle kız öğrencilerin sadece “Binde 7” (yani yüzde birden bile az) oranda eğitim alabildiğini düşününce, “Eğitim” korkunç bir çaresizliğe ve çözümsüzlüğe terkedilmiş durumda.
İşte Atatürk büyük bir deha ve büyük bir “Gerçek devrimci” olduğu için, Osmanlı’yı mahveden bu 3 sorunun tümüne olduğu gibi, “Eğitime” de el atıyor ve 3 Mart 1924 devrim kanunları içerisinde Tevhid-i Tedrisat Kanununu çıkartıyor.
Bu kanun şunu söylüyor; artık sadece “Milli Eğitim Bakanlığı” okul açacak ve yönetecek. Ne vakıflar, ne tarikatlar, ne cemaatler, ne yabancı devletlerin temsilcileri okul açamayacaklar. Bu okullarda, kızlar da eğitim alacak, erkekler de. Bu okullar parasız olacak. Ve bu okullarda herkes kendi dinine, kendi yöresine, kendi inançlarına göre değil, “Laik Cumhuriyetin evrensel ilkeleri” doğrultusunda eğitim alacaklar.
Üstelik sadece etrafınıza bir bakmanız yeter bence; Atatürk devrimlerine karşı çıkanlar da aynı okullardan çıkmışlar, Atatürk devrimlerine sahip çıkanlar da. Bir düşünün “Her 10 Kasım’da saat 9’u 5 geçe tuvalete gidip sifonu çekin” ya da “Üniversitelerde kızlar erkekler yan yana, üniversiteler fuhuş yuvasına döndü” diyen kişi de bu okullardan çıktı; benim, sizin gibi Atatürk Cumhuriyetine sonuna kadar inanan ve “Türkiye Cumhuriyetinin” bu üç alandaki reformunun gücünü gören insanlar da.
Söylediğim gibi, bu “Aynı kalıp insan” yetiştirme iddiası, tamamen siyasal nitelikli, tamamen gerçeklerden uzak, tamamen Cumhuriyete karşı olan insanların iddialarından ibaretti. Ama üzüntü ile söylemek gerekir ki, özellikle son 15 yılda, eğitimin dinsel esaslara göre düzenlenmesi, kuran kurslarının tamamen cemaat ve tarikatlara bırakılması, her isteyen grubun istediği yerde okul kurabilmesi, bu dinsel nitelikli kurumların 6 yaşından küçük çocukları hedef alması, Milli Eğitim Bakanlığı yerine isteyen kurumun (özellikle Diyanet İşleri Başkanlığının) eğitim kurumu oluşturabilmesi gibi bir çok husus, günümüzde Atatürk devrimlerinin ve Türkiye Cumhuriyetinin dayanaklarının, gerçekten de ortadan kaldırılmak istendiğinin (ve hatta maalesef bir ölçüde başarılabildiğinin) açık ve net göstergesidir bence.
4) Benim de üzerinde çalıştığım bir konu: Köy Enstitüleri… Sizce kapatılması sırasında İsmet İnönü daha farklı bir tavır alabilir miydi? Kapatılmasaydı bugün ne farklı olurdu?
Evet hiç kuşkusuz, İnönü hükümetinin de “Köy Enstitülerinin dondurulmasında, sonra da kapatılmasında” büyük hatası vardır. Ama bir yönden baktığınızda da, “O dönemin siyasal ve ekonomik ve tarihsel koşullarını” çok fazla gözden kaçırmamak gerekir diye düşünüyorum.
İlk önce şunu söyleyeyim ki, belki de bu konuda çok “Objektif” olamayabilirim. Çünkü annemin dayısı Nazif EVREN, Çifteler Köy Enstitüsünün öğretmeni, Dicle (Diyarbakır) Köy Enstitüsünün müdürlüğünü yapmış olan bir “Eğitim devrimcisi” idi.
Yıl 1946. II.Dünya Savaşı gibi son derece yıkıcı, toplumları, milletleri, insanları büyük bir acı ve şiddet içerisinde bırakan bir vahşet sürecinin hemen sonrasındasınız. Tüm Avrupa gibi, Türkiye de, hemen yanı başında süren bu savaşın (her ne kadar basiretli, ahlaklı yöneticileri sayesinde, insanlarını, gençlerini yitirmemiş olsa da) ekonomik, sosyal, siyasal etkilerinden çok fazla etkilenmiş. Bu arada ABD, o dönemin tek ekonomik, siyasal, askeri gücü olarak, tüm Avrupa ülkelerine ekonomik yardım yapacak. Ama bunun karşılığında bir çok talebi de oluyor. Örneğin Fransızlara, İtalyanlara siyasal dayatmalar yapıyor. Almanlara ve yine İtalyanlara doğrudan Anayasa yapıyor.
Tabii tüm bu taleplerin “Resmi hedefi” demokrasiye tüm kurum ve kuralları ile bir an önce geçmek. Bu arada hiç kuşkusuz Türkiye’den de talepleri oluyor; siyasal, toplumsal talepler. Bunların en önemlilerinden biri de “Köy Enstitülerinin” kapatılması. Çünkü onlara göre, Köy Enstitüleri komünist sistemin ürünü kurumlar.
Pekiyi bu gerçek mi? Bence tabii ki hayır. Ama bu dış talep aynı zamanda Türkiye’de, başından beri Cumhuriyete karşı olan grubun, “Keşke Kurtuluş savaşını kazanmasaydık, hiç olmazsa dinimiz kalırdı” diyenlerin en önemli talepleri ile de örtüşüyor. “Bu öğretmenler kalırsa, üstelik çoğalırsa, bizim dinsel ve geleneksel hurafelere dayanan sistemimiz sona erer, ortadan kalkar” diye düşünen “Grubun” talepleri ile de.
Artık seçimleri düşünen ve bu gerekçelerle (yapılacak) ilk seçimlerde kaybedeceğini düşünen İnönü, siyasal anlamda, bu grupların oylarını kazanabileceği gibi bir düşünce ile, 1946 yılında önce Hasan Ali Yücel’i, sonra İsmail Hakkı Tonguç’u görevden alarak, bu “Bitiş sürecini” başlatmıştır. Ve 1947 ve 1948 yıllarında yapılan değişikliklerle işlevsiz ve anlamsız bırakılmış, son tabuta son çivi de, Demokrat Parti tarafından 1954 yılında çakılmıştır.
Kapatılmasaydı, bence Türkiye bugün tamamı ile farklı bir konumda olacaktı. Neden mi böyle söylüyorum?
Çok basit. Cumhuriyetle ve 3 Mart 1924 Devrim Yasaları ile birlikte başlayan süreç, çok kısa bir dönem içerisinde, Cumhuriyetin her alanda “İntelligentsia”sını yaratabilmiştir. Üstelik bu intelligentsia’nın içinde Köy Enstitülerinden oluşan gençler de çok önemli bir yer tutmaktadır.
Öyle bir süreçtir ki bu, kim ne derse desin, 1946’lardan beri kesintisiz sürmesine karşın, iktidarların, bazı şeyleri tam olarak başarmalarına (!) engel olabilmiştir. “Bazı şeyleri başarmalarına engel olmuştur” diyorum, nedir bu “Bazı şeyler”? Hiç kuşkusuz halen devam eden, Cumhuriyet devrimlerini ve kazanımlarını tamamı ile yok etme amaçlı “Eğitimi dinselleştirme”, “Öğretmenleri işlevsizleştirme – sözleşmeli ve güvencesizler ordusu haline getirme”, “Diyanet’i, tarikatları, cemaatleri doğrudan doğruya eğitimin içine sokma” faaliyetlerinin büyük bir hızla sürdürülmesine karşın tam anlamı ile başarılamamasıdır. “Ulül emre itaati” toplumun en önemli işlevi zanneden, bilgisiz uyruklar yaratma faaliyetinin (çok açıklıkla görüldüğü gibi) kesinlikle başarılamaması gibi.
5) Bugün bir kabinenin Milli Eğitim Bakanı olsanız yapacağınız ilk üç yenilik ya da hamle ne olurdu?
Her şeyden önce sonuna kadar inandığım bir husus var; Türkiye’de maalesef ilkokul, ortaokul ve lise düzeyinde eğitimin düzeyi 1970’li yıllarla birlikte inanılmaz boyutlarda düşmeye başladı ve bu düşüş 2000’li yıllarla birlikte, maalesef en tepe noktasına ulaştı. Bu “Gelişmenin” acı sonuçlarını, her alanda olduğu gibi, üniversite öğreniminde de görmek mümkün. Nitekim üniversiteler de 1980’li yılların ortalarından itibaren benzer süreçleri yaşamaya başladılar.
Şimdi dikkat ederseniz 1970’lerden beri diyorum, yani “Bir çok eğitim bakanı”, bir çok hükümet, bu sürecin ve kötüye gidişin içinde yer alıyor. Bu nedenle, bu “Kötüye gidişi” bence bir ya da birkaç bakanın hatalarına ya da yetersizliklerine bağlamak mümkün değil. Tam tersine, Türkiye Cumhuriyetindeki siyasal partilerin, siyasetçilerin, kısaca siyasal aktörlerin ve o aktörleri etkileyen güç odaklarının temel tercihlerinin bu olduğuna inanıyorum; yani temel amaçlarının “Eğitimin seviyesini mümkün olduğu kadar düşürmek” ve böylece “Eğitimli insanlar” yerine “Sorgusuz sualsiz kabul eden uyruklar” yaratma çabası olduğuna.
Nitekim bugüne kadar dinlediğim bazı kişiler (hem de etkisiz değil, sistem üzerinde etkili olan kişiler) ister siyasetçi olsunlar, ister öğretim üyesi, “Cahilliğe övgü” düzerek, bu hedefi açıklıkla ortaya koymuştur.
Bu nedenle, Milli Eğitim Bakanlarının ilk iş olarak birkaç şey yapmalarının doğru olduğuna inanıyorum; birincisi eğitimin yeniden “Tevhid-i Tedrisat anlayışı çerçevesinde yeniden yapılandırılması olmalıdır. İkincisi yine Cumhuriyet değerlerine dönerek, eğitimin dinsel kurumların, cemaatlerin, tarikatlerin baskısından kurtarılarak, dinsel esaslara dayandırılmasından vazgeçilmesi sağlanmalıdır. Üçüncüsü “Öğretmen yetiştirme” işlevinin tekrardan ele alınarak, Köy Enstitüleri gibi başarılı bir örneğin günümüz koşullarına uyarlanarak, “Çağdaş, bilgili, fedakar” ve ayrıca “Demokrasi, laiklik, hukukun üstünlüğü, kadın erkek eşitliği gibi ilkelere bağlı eğitmenler” olarak yetiştirilmelerinin önü açılmalıdır. Dördüncüsü Türkiye’de artık inanılması güç ve üstelik korkunç sonuçlara yol açtığı görülen, ana, ilk, orta ve lise eğitiminin “Paralı hale getirilmesi” olgusundan kesinlikle vaz geçilmelidir.
Sosyal bir Devletin doğal sonucu olarak, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren 1980’li yıllara kadar olduğu biçimde, “Çocukların ve gençlerin” aralarında aile, zenginlik, servet, statü, giysi farkı olmaksızın, eşit ve parasız bir eğitim almaları sağlanmalıdır.
6) Eğitim ve hukukun birbiri ile bağlantılı olduğuna inananlardanım. Eğitim insanların davranışlarını ve ilişkilerini şekillendirmeye çalışırken hukuk bu davranışları ve ilişkileri düzenlemeye çalışır. Ayrıca hukuk sistemine nitelikli elemanı da yine eğitim sistemi yetiştirir. Yıllarca üniversitelerde çalışan bir akademisyen olarak yıllar içinde öğrenci profillerinde ne gibi farklılıklar gördünüz? Buna bağlı olarak her ile bir üniversite politikası hakkındaki görüşünüzü de çok merak ediyorum.
İlk önce şunu söyleyeyim, söylediğiniz gibi ben üniversitede çalışan bir akademisyenim. Üniversitede hukuk eğitimimi Paris’te Paris I (Panthéon – Sorbonne) Üniversitesinde aldım. Ve hemen Türkiye’ye dönerek, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku kürsüsüne asistan olarak girdim.
İstanbul Hukuk Fakültesi o dönem inanılmaz bir eğitim kurumu idi. Her kürsüde inanılmaz hocalar, eğitimlerini ya da yüksek lisans veya doktoralarını yurt dışında almış, bilgili, uzman eğiticiler vardı. Sadece Anayasa Hukuku kürsüsünde değil, tüm kürsülerde. Ve sadece İstanbul Hukuk Fakültesinde değil, Ankara Hukuk Fakültesinde de, daha sonra Marmara Hukuk ve İzmir Hukuk Fakültelerinde de. O dönemde okuyanlar bilir, olağanüstü kürsüler, olağanüstü hocalar ve olağanüstü kurumlar vardı. Ve emin olun, eğitim, öğretim faaliyetleri Sorbonne’dan da, diğer bazı ülkelerdeki köklü eğitim kurumlarından da aşağıda değildi.
Yalnız büyük bir sıkıntı ve eksiklik vardı. Üniversite sayısı azdı ve dünyanın en zor sınavlarından birine giren öğrencilerin ancak “Çok az sayıda ve sınırlı bir bölümü” istediği üniversite ya da alanda eğitim görebiliyordu. Öyle ki ömrü boyunca “Hukuk eğitimi” almak isteyen bir öğrenci, sınavda 1 ya da 2 soru eksik yaptığı için, “Hiç istemediği bir alanda” eğitim görmek zorunda kalabiliyordu. Nitekim o dönemlerde yaşayan herkesin, istediği alanda okuma fırsatı bulamayan, dolayısıyla mutsuz ya da başarısız, en azından birkaç arkadaşı (ya da yakını) vardır.
O zaman, hiç kuşkusuz bir şeyler yapılması gerekiyordu. Örneğin daha fazla yetkin, bilgili öğretim üyesi yetiştirmek ve yine daha fazla Üniversite ve Fakülte açmak.
Ama bu “Haklı amaç ve talep”, her zaman olduğu gibi, yine (ister asker olsun, ister siyasal partilerden gelen) siyasetçilerin elinde çığırından çıkan bir şekilde kullanılmaya başlandı. Ve bu devam etti. İlk önce askeri dönemde (yani 1982’de) üniversiteler tamamı ile yeni baştan şekillendirildi. Ve (her ne gerekçe ile olursa olsun ve bu gerekçe ister haklı olsun, ister haksız) üniversite eğitiminin, özellikle Sosyal Bilimler alanında eğitimin maalesef düzeyi düştü. Bu dediğim gibi maalesef açık bir gerçek.
Gerçi demin de ifade ettiğim gibi, eski dönemin çok açık bir sıkıntısı vardı, o da ancak çok sınırlı sayıda, başarılı öğrencinin “İstediği okulda ve alanda” eğitim görebilmesiydi. Yine ifade ettiğim gibi, her isteyenin her istediği üniversitede eğitim görmesinin imkanı yok. Hiçbir eğitim sisteminde ya da ülkede de olamaz. Üstelik örneğin hukuk eğitimi sadece “Yüzde 0,1’lik ya da yüzde 5’lik dilimde yer alanlara sınırlı tutulması gerekli bir eğitim dalı da değil. Bence kesinlikle değil.
Evet bazı üniversiteler yüzde 0,1’lik dilimde yer alan öğrencileri alabilir. Ama başka üniversiteler yüzde 10 diliminden öğrenci alırlar. Ve o öğrenciler de “Harika hukukçular” olur. Tersi bana göre kesinlikle doğru değil.
Ama bu durumda da daha çok üniversite açılıp, daha çok nitelikli öğretim üyesi yetiştirmek yerine, siyaset (maalesef her zaman olduğu gibi) yine yanlış bir yol izledi. Şöyle söylendi; “Onlarca üniversite açalım, her ile bir iki tane üniversite açalım, o bize yeter”. Belki amiyane olacak ama “Göç yolda düzülür” mantığı. Ama tabii ki bu mantık, eğitim gibi önemli bir alanda geçerli olmadı. Olamazdı da.
Bu nedenle açıkça şunu ifade edeyim; “Bugünün öğrencileri hiç kuşkusuz 1970’lere ya da 1980’lere oranla, teknoloji sayesinde, çok daha bilgiye ulaşma imkanına sahipler. İstedikleri her bilgiye, kitaba (internet aracılığı ile) ve derhal ulaşabiliyorlar. Üstelik daha önce söylediğim gibi, sadece yüzde 1’de yer alan öğrencilerin hukukçu olabilecekleri gibi bir olgu, kesinlikle yanlış.
Ama üniversite öncesi eğitimin düzeyinin çok düşmesi, üniversite sayısının çok fazla olması (sadece herkesi üniversiteli yaptık diyebilmek için) ve yeteri kadar yetkin ve iyi öğretim üyesinin (dikkat edin araştırma görevlisi demiyorum) olmaması, maalesef bu öğrencilerin bir çoğunun “Diplomalı işsizler ordusuna” katılmaları sonucuna yol açıyor.
7) Ben bir eğitimciyim. Siz de yıllarca kürsülerde hukuk dersi anlatmış ve hala anlatan bir öğretmensiniz. Başlığı da bu yüzden “Anayasa Öğretmeni” koydum. Malumunuz eğitim sistemi her geçen yıl daha farklı sorunlarla karşı karşıya kalıyor. Fırsat eşitsizliği, kız çocuklarının eğitime ulaşamaması, öğretmenlerin özlük hakları, müfredatın yozlaşması, sınav sistemi ve daha nice sorun içinde ne olacak bu eğitim dünyasının hali?
Daha yukarıda yer alan sorularda da (özellikle 5.soruda) cevaplandırmaya çalıştım. Türkiye’de ana, ilk, orta ve lise eğitimi bence çok kötü bir durumda. Ve kesinlikle 1940 – 50 – 60’lı yıllara oranla çok daha zayıf. Buna inanmayanlar ya da sağlamasını yapmak isteyenler, o yılların Edebiyat – Fen – Matematik – Tarih gibi ders kitaplarına ve müfredatlarına (hatta İmam Hatip liselerinin kitap ve müfredatlarına da) bir baksınlar, ne kadar haklı olduğumu göreceklerdir.
Sistem de yıllardan beri bir çok kez değiştirildi, içinden çıkılmaz bir hale getirildi. Sınıfta kalmak kaldırıldı, yeniden getirildi, kredili sistem diye bir acayiplik getirildi, sonra tekrar değiştirildi. Ve maalesef Avrupa’da kesinlikle olmayan, ama ABD’ye özgü bir sistem getirildi.
“ABD’ye özgü bir sistem getirildi” diyorum, bunun nedenini müsaade ederseniz şimdi açıklamayayım. Sonra başka bir söyleşide daha açık anlatırım.
Ama kalkınmayı gerçekten isteyen bir çok ülke, eğitim sistemlerini Atatürk Cumhuriyetinin kuruluşundaki sisteme benzer duruma getirirken, öğretmen yetiştirme yöntemlerini, Cumhuriyetin kuruluşundaki sistemlerle benzerleştirirken, Türkiye’nin 50 yıldan bu yana içinden çıkamadığı bu “Girdabın” Türkiye açısından, geleceğimiz açısından, gençlerimiz açısından çok kötü ve üzüntü verici olduğunu düşünüyorum. Türkiye’deki siyaset anlayışı ve siyasetçi tipi yönünden de yine çok üzüntü verici olduğuna inanıyorum.
8) Ekşi sözlükte gördüğüm çok samimi yorumlardan birinde sizden şöyle bahseden biri vardı: “Her söylediğinize ilk defa duyuyormuşçasına rağbet eden, herhangi bir talepte bulunduğunuzda -hiç mümkün olmayacak bir şey dahi olsa- “Aa tabi yaparız, tabi ki, hemen yarın ilgilenelim o işle.” şeklinde tepki veren ama söylediği şeyi 2 dakika sonra unutan, siz ne derseniz deyin yine de kendi bildiğinden şaşmayan, tüm bunlara rağmen kızamadığınız aksine çok sevdiğiniz ve çok güzel ders anlatan anayasa hukuku profesörü. Bu özellikleri nedeniyle politikaya atıldığı vakit aranan politikacılardan biri olacağı su götürmeyen eski Bahçeşehir Üniversitesi rektörü.” Yorum hakkında ne düşünüyorsunuz? 🙂
Çok hoşuma giden bir değerlendirme. Ancak şunu söylemek isterim; emin olun hiçbir söylediğimi 2 dakika sonra unutmam. Kesinlikle unutmam. Yalnız her zaman için yöneticiliğim (gerek Dekanlığım, gerek Rektörlüğüm) sırasında, bana herhangi bir taleple ya da öneri ile gelen hiçbir kimseyi, ne öğretim üyesi, ne de öğrenci, peşinen “Olmaz” diyerek geri çevirme diye tavrım olmadı. Böyle bir tavrı genel olarak istemiyordum ve hiç benimsemedim. Ama böyle bir taleple gelen ister öğrenci, ister öğretim üyesi olsun, “2 dakikada unuttuğum için” değil, ama kendisi ısrarlı mı değil mi diye tekrar gelmesini isterdim. Bu hep böyle oldu.
Ve emin olun, “Kendi bildiğimden şaşmaz değilim” ve hiçbir zaman da olmadım. Sadece o talebin haklı olduğuna ve yapılabilir olduğuna inanmam gerekirdi. Buna inandığım tüm talepleri yerine getirmeye çalışmışımdır bence. Ama yapmadığım bir örnek varsa, şu anda hatırlamadığım için söyleyemiyorum.
9) Mecliste hiç unutamadığınız ilginç bir anınız oldu mu?
TBMM de çok fazla unutamadığım anım var. Ama maalesef çoğunluğu “Kötü anılar”. Neden derseniz, ben 2011 – 2015 arası milletvekilliği yaptım. Yani Fethullah Gülen’in Türk siyasetinde de, Parlamento’da da, belli partilerin milletvekilleri üzerinde de çok etkin olduğu; “Hocaefendi hazretleri” olarak takdim edildiği; FETÖ örgütünün de “Büyük hizmet hareketi” olarak adlandırıldığı; 23 Nisan’ların “Kutlu Doğum Haftası” olarak kutlandığı, Hicri takvime bağlı olarak, her yıl tarihinin değişmesi gerekirken hiç değişmediği bir dönemde.
Yani kısaca “son derece karışık (ve birleşik) güçlerin, Türkiye üzerinde, Türk Silahlı Kuvvetleri üzerinde, geleceğimiz üzerinde açık olarak oyun oynadığı” bir dönem.
Tam bu ortamda “Anayasa” yapmak üzere görevlendirildik. Ben de o Komisyonda görev alan 12 kişiden biri, CHP adına görev yapan üç kişiden biriydim. Çalışmalar ve tartışmalar sürerken, bir gün konu “Değişmez maddelere” geldi. AKP heyeti başta olmak üzere, bazıları, “Değişmez maddelerin (en azından değişmezliği ifade eden 4. Maddenin) değiştirilmesini talep ediyorlar. Hatta AKP grubundan bir üye, “Biz 4. Maddeyi kaldıralım ama zaten ilk 3 maddeyi değiştirmeyiz, neden değiştirelim ki, sadece TBMM’ye kayıt getirilmesini istemiyoruz” dedi.
Tartışma devam ederken, AKP’li üyelerden biri (ki daha sonra Türkiye Cumhuriyetinin en önemli konumlarından bir tanesine getirildi, belki de şimdi söyleyeceğim “başarısı” nedeniyle); “Değişmez maddeleri zaten 5 tane darbeci getirdi” dedi. Ben hemen “Bu değişmezlik hükmünün, ta 1924 Anayasasından beri var olduğunu” söyledim.
Derhal ona da cevap verdi; “Ama 1924 Anayasasında bu kadar uzun değildi, dünyada bu kadar uzun bir değişmezlik maddesi yok”. Ben de hemen “Portekiz ve Almanya Anayasalarını gördün mü, daha fazla ülke var da, bunlar demokratik kabul ettiğimiz ülkeler, bak onlarda değişmezlik maddesi ne kadar kapsamlı, dünyada olmadığını nereden çıkartıyorsun” diye ekledim.
Ve cevap verdi; “Olsun yine de darbecilerin işi”… Bu konuşma belki 60 saniye, belki 90. Ama Türkiye Cumhuriyetinin koca Meclis’inin özellikle belirli bir dönemde neleri nasıl konuştuğunun, bilginin, tartışma düzeyinin ne durumda olduğunun açık göstergesi.
10) Bazı kelimeler sizin için ne ifade ediyor merak ediyorum?
Galatasaray: Hayatımda ailemden, eşimden ve çocuklarımdan sonra, en çok sevdiğim, beni en çok sevindiren, mutlu eden, gururlandıran, bazen de çok üzülmeme neden olan varlık.
Akademisyen: Çok sevdiğim, bugüne kadar da aynı sevgi, şevk ve heyecanla sürdürdüğüm faaliyeti yapan kişilere verilen ad.
Baba: Dünyanın en önemli ve sonuçlarını da çok net gördüğünüz işi.
Eskişehir: Çok değerli dostlarımın olduğu ve Türkiye’nin en yaşanılacak kentlerinden biri.
Ahmet Necdet Sezer: Benim bir Cumhurbaşkanında öncelikle aradığım en önemli nitelikler olan dürüstlük, mütevazılık, bilgi ve saygınlığa sahip kişi.
ADD: Çok büyük olarak gördüğüm, Türkiye’de çok önemli bir işlevi olacağına inandığım ama içindeki (özellikle geçtiğimiz dönemlerde) bazı kişilerin bu büyüklüğün ve gücün önemini pek de anlamadığı kurum.
Gürcistan: Türk milletinin hiçbir zaman “ırkçı” olamayacağının kanıtı olarak gördüğüm, bir çok kişinin de benzer şekilde başka yerleri gördüğü, baba tarafımın “93 harbi” nedeniyle terk ettiği ilk yurdu.
Hasan Ali Yücel: Atatürk’ün kurduğu büyük Cumhuriyetimize yakışan ve gerçekten inanılmaz bir katkı sağlayan (maalesef sınırlı sayıdaki) gerçek bir Milli Eğitim Bakanı.
Paris: Yaşamımın en güzel zamanlarından bir bölümünü geçirdiğim harika şehir
İbrahim Kaboğlu: Maalesef kötü bir dönemde, kendisinden yararlanmaya hiç düşünmeyen “kişilerle” siyaset yapmak zorunda kalan ve bu nedenle yapabileceklerinin çok azını yapabilen gerçek bilim insanlarından biri
Ergenekon: Türkiye Cumhuriyetinin ve tüm kurumlarının dönüştürülmesine yönelik olarak “laboratuarda” oluşturulmuş ve sahneye koyulmuş (ve maalesef başarılı olmuş) oyun.
Adalet: Eski Yunan’dan beri hep aranan, bazen bulunan ve maalesef şu anda Türkiye’de ve daha bir çok yerde kayıp ilanı ile aranan ide.
Mümtaz Soysal: Örnek almaya çalıştığım Anayasa Hukukçularından biri ve aynı zamanda 12 Mart’ın ne için, kimler için ve “kimin” desteği, katkısı ile yapıldığını, en açık şekilde görmemize neden olan akademisyenlerden biri.